Sakatlayan
Kapitalizm ve Sakatlığına Tapan Narsist İnsan
Sakatlık çalışmaları genellikle sakatların demografik
özelliklerini, işgücüne katılım oranlarını, eğitimsel durumlarını, toplumsal
entegrasyonunu yada ekonomik alanda yoksulluk- açlık sınırında oluşları
hakkında veri ve ek bilgileri içerir. Sakatlığın oluş nedenleri, sakatlığa
karşı sergilenen tutum, davranış ve istatistikler yine inceleme konusudur. Ne
var ki bu çözümlemeler, sakatlık alanında geleneksel Ortodoks çalışmalara
tekabül eder. Çünkü bu çalışmalar
kapitalizmin sosyal devlet anlayışının
Keynezyen ekonomik politikalarında vücut bulan formel alanın
sosyo-ekonomik sorunlarını kapsar. Oysa günümüzde formel alanın paradigmaları
sorunlu olduğu iddia edilerek küresel sermaye tarafından işlevsiz hale
getirilir. Böylece devletin müdahalesiyle uygulanan sosyal politikalar
küreselleşmeyle birlikte muğlak ve keyfi kurallara göre egemen sınıfın
talepleri doğrultusunda yürütülür. Kapitalist sistem, küreselleşme aracılığıyla
modernizmden postmodernizme, fordizmden postfordizme yeniden işi ve emeği örgütlemesi, toplumsal ilişkileri düzenlemesi, yeni bir
kültürün ve dilin ideolojisini inşa
etmesiyle sosyal devlet anlayışının
geleneksel yapılarını etkisiz kılmıştır.
Bu çerçevede toplumsal bir sorun olan
sakatlık alanı da sivil toplum örgütlerinin hayırseverlik (filantropi) politikalarına
terk edilmiştir. Yani yasal düzenlemelerden sorumlu olan sosyal devlet anlayışı
yerine hayırsever kurumlar devreye sokularak hak aramalar geçersiz kılınmaya
çalışılmıştır. Sosyal politikaların yerini hayırseverlik ve gönüllülük
ilkeleriyle hareket eden informel alana bırakması insanı daha öngörülemez bir
yaşamla karşı karşıya bırakmıştır. Aslında gerçek şudur; kapitalizmin piyasa
koşullarına bağlı mekanizmalarıyla insanın emeğine yabancılaştırılması sistemin
doğasından kaynaklanmaktadır. Sistemin açmazlarını gidermede karar mekanizması
olan finansal sermayeyle gelişen küreselleşmenin ortaya çıkardığı esnek çalışma
koşulları ve toplumsal örgütlenmeleri sınırlayan yapısıyla beraber hat safhaya
ulaşan bu yabancılaşma güvencesiz bir yaşamı zorunlu hale getirir.
Bedensel sakatlığı olan bireye özgü patolojik durum ile
kapitalizmin hastalığı “yabancılaşma” özdeşleştirilebilinir mi? Yani bu kavram
bedensel sakatlıkla ilişkilendirilebilir mi?
Toplumsal bir yaratı olan sakatlığın anlamının bedenden kültür alanına
kayması; kapitalist üretim tarzıyla ortaya çıkan yabancılaşma ile açıklanabilir
mi?
Bu iki kavram birlikte ele alındığında yabancılaşma kavramının içeriği
sakatlığın tıbbi anlamıyla benzer özellikler taşır. Hem yabancılaşmanın hem de
sakatlığın bireye özgü patolojik bir
durum olduğu toplum tarafından iddia
edilir. Kapitalizm de inşa edilen bu
anlayış, insanın emeğine, doğaya ve bedenine yabancılaşması kendi
değersizliğine yönelik patolojik bulgular narsisizmde kimlik bulur. Kapitalizm
sermaye birikim sürecinin sonucu olarak insanı, kendi emeği dahil her şeyi
metalaştıran yani piyasada alınıp
satılabilen bir nesneye indirgemiştir. Kendine ve doğaya yabancılaşan insan,
kendine göre üstün, farklı olma haliyle kendi dışında saydığı herkesi ve her
şeyi arızaya uğratma eğilimine girer. Bunun en yıkıcı sembolü ise savaştır.
Silah sanayisiyle tıp endüstrisi ve buna bağlı
sektörler birbirleriyle iç içedir. Savaşlar bir sakatlama makinesidir. Çünkü, sakatlama
aygıtı daha fazla gelir elde etmenin bir
aracı olarak bütün yaşamsal
faaliyetlerin düzenlenmesinin geçerli olması demektir. Örneğin; silah
endüstrisi biyolojik silahlar ve kimyasal gazlar üreterek toplu ölümlere,
kanser gibi hastalıkların meydana gelmesine
neden olur. Böylece silah tekelleri aynı zamanda sağlık sektörüne kaynak yaratır. Büyük
kimyasal ve tarımsal ürünler üreten
tekeller, tarımda daha fazla ürün elde etmek için genetiği
oynanmış tohumlar üretip geleneksel tarım üretim biçimlerini geçersiz
hale getirmesiyle tarımsal alanları kapitalist üretim ilişkilerine bağlı
kılmıştır. Aynı zamanda bu tekeller yeni ürettiği bu teknolojileri büyük bir
buluş diyepiyasaya sürerek hem karlarını arttırırlar hem de toplumu açlıkla
mücadele gibi faydalı bir şey yaptıklarına inandırırlar. Bunun sonucunda insan
bedenine, metabolizmasına ve doğanın ekosistemine müdahale ederek onu arızaya
uğratırlar. İşte bu değersizliği
kutsayan söylemler üzerinden doğanın neden sakatlandığı, araştırmamızın temel
nesnesidir . Bu sorular ekseninde konuyu irdelemek bize çalışmamızın argümanı
olan narsisizmin, neoliberalizmin yeni insan tipi ve kültürü olduğunu ve
sakatlık çalışmalarından faydalanılarak
farklı perspektiflerden çıkarımlarda bulunmak doğayı da sakatlayan
mekanizmalar hakkında karşılaştırma yapma imkanı sağlar.
Giriş
Sakatlık problematiğinde merkezi konumda olan ayrımcı
uygulamalar ekonomik, kültürel ve siyasal yapılarda kimlikler üzerinden yeniden
üretilirken bunun ideolojik alt yapısı da sosyal politikalarla mitleştirilen "normalleştirme"
söylemiyle gerçekleşir. Zira bu söylem
refah döneminde pozitif ayrımcılık kavramı ile temellendirilir. Böylece toplumsal eşitsizliğin giderileceği
yanılsaması geçerlik kazanır. Küreselleşmeyle birlikte ise bu yaklaşım yerine
alternatif, bireysel başarı odaklı,"sosyal"inin üstü çizilmiş
politikalar aracılığıyla "kendine yabancılaşan" birey anlayışı
somutlaşır.
İnsanın kendine yabancılaşmasıyla birlikte doğanın neden
yok edilmek istendiğinin ipuçlarını veren mekanizmalar Karl Marx'ın El
Yazmaları'nda (s.76-83) belirttiği gibi insanın egemen olma arzusudur.
Doğa, duygusal dış dünya olmadıkça
işçi hiçbir şey yaratamaz. Doğa, işçinin emeğinin üzerinde gerçekleştiği,
üzerinde etkin olduğu gereçtir, işçi doğadan ve doğa yoluyla üretir. Ancak doğa
emeğe yaşama araçları sağladığı gibi- çünkü üzerinde çalışacak nesneler
olmadıkça emek yaşayamaz-daha sınırlı anlamıyla yaşama araçlarını da sağlar-
yani işçinin kendisinin fiziksel beslenmesi için gerekli araçları. Böylece işçi
emeğiyle dışsal dünyaya, duygusal doğaya ne kadar çok sahip olursa, kendini iki
bakımdan da yaşama araçlarından yoksun kılmış olur....... 1) emeğinin ürüne
yabancılaşması, 2)üretim edimine yabancılaşması 3) kendi türüne yabancılaşması
4) insanın insana yabancılaşması
İnsanın kendine ve doğaya yabancılaşması, doğadan ve doğa
yoluyla ürettiğiyle; üretim tarzıyla ilgilidir. Kapitalist üretim tarzının
rekabeti, hırsı daha çok sermaye birikimini körüklemesi insanın kendine ve
doğaya yabancılaşmasını sağlar; egemen olma arzusunu güçlendirir. Doğanın bir
parçası olan insanın doğadan kopma arzusu aynı zamanda özgürleşme istemidir.
Bağımlılıkla iç içe geçmiş ilişkisinde insan, doğadan her ayrışma çabasında onu
yeniden tahrip etmiştir. Tıpkı bir bebeğin doğası gereği ilk aylarındaki
bağımlılığından dolayı annesinden ayrışamayacağı gibi… Çözümlenmesi oldukça zor
olan, bağımlılıkla iç içe girmiş bu
ilişki de insanın doğadan ayrışma istemi
onun en büyük yanılsamasıdır. Aynı örnekten gidersek bebeğin ilk aylarında
annesinden ayrışma çabası onun ne kadar gerçek istemse; insanın doğadan
bağımsızlaşma istemi de o kadar gerçektir. Çünkü bu istem kapitalizm tarafından
meta haline getirilmiş kendine yabancılaşmış insanın arzusudur.
Buradan hareketle sakatlık-doğa ikiliği arasında bir
bağlantı oluşturmamız istenirse her ikisinin de arızaya yada müdahaleye
uğraması bunun da gene insanın yapıp etmeleriyle olduğudur. Annesiyle kurduğu
ilişkide nasıl ki bir bebek sorunlu ve
zamansız ayrışırsa patolojik sonuçlar ortaya çıkarsa, doğadan ayrışması sorunlu
olan insanın doğayı yok etme istemi de bu sakatlamayı açıklayabilir mi? Doğayı bize düşman bir nesne olan sakatlık üzerinden kurgulamak belki de güçsüzlüğümüze sürekli vurgu yapan doğayı
neden yok etmeye çalıştığımızı da
anlamamızı sağlar. İnsanlar genellikle sakat kalmaktansa ölmeyi tercih
ettiklerini dile getirirler. Ölmeyi sakatlanmaya-sakat doğmaya tercih eden
insan nasıl oluyor da gerek savaşla gerek toplumsal sistemiyle canlı cansız
demeden her şeyi sakatlıyor? Dünyada yaşayan bütün halklar ya da toplumlar
başlarına gelecek en korkunç olayın, ölümden de kötü saydıkları sakatlığı,
şizofren ve paranoyak bir tutku ile her gün bu sistemde yeniden inşa ediyorlar. Kapitalizmde artı değer üreterek
piyasadaki metalar gibi insanlarda karşılılığının değerini bilmeksizin piyasada
dolaşıma girerler.Hammadde deposu olan doğa ve emeğin ürünlerini, insan emeğini
sakatlamak kapitalistin karını maksimize etmesinin araçlarından biridir.
Yaşamak ve yaşatmak kapitalist için egemenlik kurmanın kaynağıdır. Bu
egemenliğin simgeleştiği savaş yoluyla öldürmeyi yüceltmekte ve tarihi
arkeolojik bulguları atmosferi, tabiatı, ormanı pazar uğruna talan etmekte;
tabulaştırılan özel mülkiyet için insanlığın ortak kullanım değerleri ve
kazanımları yok edilmektedir. Bunun
nedeni elbette değer belirleyen metaya içkin olan her şeye yetkin olan orta
malı, Marx’ın Shakespeare'in Atina'lı Timon oyunundan alıntıladığı deyişiyle
“orospu paradır”. Özünde meta olmayan parayı metalaştıran kapitalizm
küreselleşmeye doğru evrilirken, kuralsızlığı-mekansızlığı yaşam tarzı haline
getirmiştir. Sermayenin kar oranları düşmesine karşı toplumsal ilişkileri
yeniden örgütleyerek talep yetersizliği açmazını gidermek amacıyla tüketim
kültürünü yaratmıştır. Tüketimi mutlaklaştırmak için de arzu içgüdüsünü ve hazzın
doyurulmasını amaçlayan küreselleşme anlara bağlı gelip geçiciliği ve beğeni
duygusunu kutsallaştırmaya ihtiyaç duyar.Bu tutkulardan oluşan sakatlığı, bir
makinenin kitlesel meta üretimindeki gibi yeniden üreten kapitalizm,bireyin
toplumsal ilişkilerde bilinçsizce ve psikopatolojik bir zorunluluk yada
yaşamını idame etmesi için olmazsa olmaz bir koşul gibi dayatmaktadır.
Günümüzde insan eylemlilikleri arzu içgüdüsünün
metalaşmasıyla cisimleşen, tanrısal güç elde etmek için her şeye yetkin ve
muktedir olma ütopyası üzerinedir. Arzu güdüsünün metalaşması insanların
birbiriyle ve doğayla kurduğu ilişkinin temeline oturmaktadır.
Beğenme-beğenilme istenci, arızalanmış
arzuları tüketimin kışkırtıcılığına mahkum eder. Bu nedenle günümüzde
insan-doğa-kültür üçlemesinde sakatlığa tahammülsüz ama sürekli
sakatlayan-sakatlanan insanın en yaygın psikopatolojisi narsisizmdir..
Finansal
sermayenin hakim olduğu toplumsal ilişkilerde arzuyu bastıran değil açığa
çıkaran narsistik birey sistemin zaten talebidir. Sermayenin tüketim
kışkırtıcılığı narsistlerin bitmeyen arzularıyla bütünleşir. Yeni kimlikler
artık bireysel hazza yönelik arzu tatminini doyurmak içindir. Narsistin
doymayan arzuları sermayenin kar arayışıyla örtüşmektedir.Fakat arzu hiç doyuma
ulaşamamakta; iktidar ve sömürü mekanizmasıyla sürekli yeniden üretilmektedir.
Buradaki sorun, bu ikilinin sonsuz hırslarının sınırlı
çevreyle/doğayla/kültürel kaynaklarla karşılanmasıdır. Bu nedenle konumuz
açısından narsizm, psikanalizdeki güncel kullanımından daha geniş bir alana
yayılır.
Narsizmin
anlamı, kavramın temsil ettiği gerçekliğe ilişkin söz konusu belirsizlik, geniş
hacimli literatüre göz atıldığında kolayca fark edilir. Örneğin nesnesiz evren
de narsisistiktir, nesne ile özdeşleşme de; süblimasyon da bir yanıyla
narsisistik bir süreçtir, psikotik regresyon da; insan ilişkilerinden kaçan
şizoid de narsisistiktir, yalnızlığa tahammül edemeyen sosyallik düşkünü biri
de; heteroseksüel “çapkın” bir erkek de narsisistik olarak değerlendirilir,
eşcinsel bir erkek de; “dünyevî” heveslerinden geçip “öbür dünya”ya yatırım
yapmış bir sofu da narsisistiktir, dünya zevklerine kendini kaptırmış bir
hedonist de; her koşulda özgürlüğüne titizlenen bireyci de narsisistik sayılır,
nesneyle kaynaşma peşinde koşan bir hayat tedirgini de ve dahası hayata
tutunmak için uygarlık inşa eden tüm bir insan soyu da narsisistik bir uğraş
içinde görünür...... Narsizm arzudan özgür olma arzusudur. (H.Kızıltan)
Kendi arzularının nesnesi olma hali artık güncel
yaşantımızda karşılaştığımız istisnai bir durum değildir. Bu durum, insanların
kendileri dışındaki herkesi-her şeyi kendi arzu nesneleri haline getirdiği
yaygın toplumsal patolojiye dönüşmüştür. Narsistik kişilik günümüz kültürüyle
kendisinin beğenilme tutkusunu psikopatolojik bir hastalık olan teşhircilikle
her gün üretmektedir. Yoksunluk ve tutkular teşhircilikle simgeleşmektedir.
….fotoğraf
görüntüleri varoluşumuzun kanıtını sunarlar; onlar olmadan kişisel bir tarihi
yeniden kurmakta bile zorlanırız”.(C. Laschs:89)
Günümüzün teknolojik harikası olan akıllı iletişim
araçlarıyla edindiğimiz sanal kişiliklerimiz bile
yoksunluğumuzu-sakatlanmışlığımızı yani bir türlü tam hissedememe duygusunu
giderememiştir. Sanal teşhirciliğin verdiği haz duygusunun vardığı boyut doğum gibi
yeniden yaşam üreten halden ölüm gibi travmalarımızı bile sergilemeye
dayanmaktadır. Bunu, annenin yeni doğan bebeğinin kanlı halinin fotoğrafını
Facebook hesabına yüklemesinde, pazar kahvaltı keyfi başlığında özenle
hazırlanmış masanın, yenilen yemeğin, içilen kahvenin, okunan kitabın, yapılan
tatilin, yolculuğun kısacası günlük hayatın hemen hemen her anının varoluş
nesnesi haline gelmesinde izleyebiliriz. Facebook'ta yeni doğan bebeğinin
fotoğrafını paylaşan anneyle, mülkiyet duygusuyla kendi neslinin devamı gördüğü
çocuklarını ve karısını canice öldüren bir psikopatı nasıl denkleyebildiğimiz
sorgulanabilir. Elbette ki bu iki insanın aynı eylemlilikle birbirinin yerine
geçebileceğini iddia etmiyoruz. Kastettiğimiz nesneleştirmenin narsistçe her
şeyi/herkesi kendi amacı doğrultusunda araçsallaştırmasının vardığı boyuttur.
Psikopat bunu kurbanını katlederek, anne bebeğini teşhir ederek, politikacı hiç
tanık olmadığı insanların üzerine bomba yağdırarak yapar. Psikopat da, anne de,
politikacı da -kendi çapına göre- çevresini sakatlayarak narsist benliğini
tatmin eder.
Narsizm kavramı son zamanlardaki
toplumsal değişimlerin psikolojik etkisini anlamanın bir yolunu sağlar. …yas
tutamamasıyla, yaşlılık ve ölüm korkusuyla zamanımızın özgürleşmiş kişiliğinin oldukça
yerinde bir portresini sunar. (C. Lasch s:92)
Narsistik kişilik yaşamın merkezine öteki
olgusunu yerleştirerek kıyaslama yapmaya imkan sağlar. Narsistik kişilik,
yoksunluklarının sonucu kendinden utanç duymakta; benmerkezci kişilik yapısıyla
ötekiyi yok saymakta ya da yarattığı
ötekiye karşı düşmanca bir yok etme düşüncesiyle hareket ederek saldırmaktadır.
Sigmund Freud "küçük farklar narsisizmi" kuramı üzerine yaptığı
çalışmasında bu paradoksu anlatmıştır. Freud, insanların küçük farklılıklara çok
önem vererek kendilerini diğerlerinden farklılaştırmaya çalıştıklarını
söylemektedir.Abartılan bu farklılıkların insanlar arasındaki düşmanlığın
nedeni haline geldiğini söyleyen Freud, aslında düşmanlığı yaratanın fark
değil, bireylerden oluşan bir grubun kendisini tehdit altında hissettiği bir
durumda kimliğini sağlamlaştırmak için bu farkı algılayış biçiminde olduğunu aktarır. Freud, en küçük örgütlenme
olan aile biçiminde bile bu tür durumların olduğunu belirtir.Böylesi bir eğilim
tam anlamıyla narsistik niteliktedir. Genel olarak, insanlar arasındaki
ilişkiler yoğunlaştıkça bunların birbirilerine düşmanlık beslemeleri daha da
kolaylaşır.Freud'un düşüncelerinden esinlenen Michael Ignatieff, milliyetçiliği
bir narsisizm biçimi olarak düşünebileceğimizi belirterek; İleri bir milliyetçilik, kendi içinde küçük farklılıklar barındırır ve
bunları büyük farklara dönüştürür. Narsistik bakış, kendi farkını ortaya koymak
için Öteki'ye yönelme özelliği taşır. Kriz durumunda, bu varsayılan farklılığın
algısı, tam anlamıyla tahammül edilemez bir hal alır der. 1994’te
Ruanda’daki Tutsi ve Hutular arasındaki içsavaşta milyonlarca insanın birbirini
katletmesi küçük farklılıklar milliyetçiliğinin varabileceği boyuta en bariz
örnektir. Dinsel motifli güzellik ve akıllılık atfedilen ari ırk Tutsilere
karşı, sınıfsal ezilmişliğin yol açtığı öfkesiyle Hutular kendi farkını ortaya
silah ve şiddetle çıkarmıştır.
Fornari, savaş üzerine
düşünme fikrini Melanie Klein'ın çalışmalarından alır.
Onun, yaşamın ilk
aylarından itibaren iyi ve kötü anne ayrımından yola çıkarak birbirine dönüşen
"paranoid konum" ve "depresif konum" ayrımını yeniden ele
alır. Depresif konumda küçük çocuk: "Arzu nesnesini kurtarmakla, o nesneye
duyduğu aşk uğruna kendini feda edebilecek kadar ilgilenir. Paranoid konumda
ise, tersine, bebek kendisini yok eden nesneyi yıkarak kendi ben'ini kurtarma
telaşındadır.Paranoid konum depresif konumu önceler. Ancak depresif konum temel
bir işleve sahiptir; çünkü çocukta ilk defa, arzu nesnesini öldürme isteğinin
yarattığı suçluluk duygusunun ortaya çıkmasına neden olur.(akt. J. Semelin,
s.16)
Fornari bu depresif aşamaya Melanie Klein
kadar önem atfeder.
O, bu aşamada
uygarlığın kökenini görür; çünkü suçluluk duygusu cinayeti yasaklayan bir
kuralı öngörür. Ancak bu "psikolojik düzenleyici" bireysel şiddeti
bastırmak için yeterli olsa da, savaşı engellemeye yeterli olmaz. (akt. J.
Semelin, s.16)
Fornari'ye göre savaş
kendiliğinden paranoid bir süreçtir; çünkü düşmanı öldürerek yaşamaya devam
edileceğine inanılmaktadır.
Savaşları özgürlük adına yapan veya çıkaran emperyalist
güçler yada devletler “barbarları uygarlaştırıyoruz” diye bir tarih yaratmak
için medya araçlarıyla amaçlarını
manipüle ederek yüce bir durumu gerçekleştirdiklerini iddia edip
ölümü ve öldürmeyi hazza dönüştürmektedir.
Kapitalist sistem sanal dünyada sakatlama duygusunu
her gün yeniden üretmesini sağlayan görsel unsurlarıyla, hayal gücünün
sonsuzluğunda, öldürme, sakatlama için kafayı bulmak gibi hastalıklı tutkuya
tutsak kişilikler yaratarak yok etme fikrinin kanıksanmasını sağlar.Oyun adı
altında yaratılan simülasyonlarla, çocuklar süper güçler ve savaş ekipmanları
kullanarak kahramanlık adı altında yarattıkları sanal kimliklerin özelliği ile
yok etme duygusuyla beslenerek büyürler.
Kısaca
Bir Değerlendirme: İnsan Nasıl Meta Haline Geldi?
İnsanın kendi aklına güvenmesiyle birlikte üretim
biçimlerine bağlı olarak gelişen üretim ilişkileriyle şekillenen evren anlayışı
insanın uçsuz bucaksız evrende kendi değersizliğine ve yalnızlığını bilince
çıkaran bir duruma mı işaret eder? Yanıtı Aydınlanma döneminin ilerleme
düşüncesi ışığı altında bilgiyi bir iktidar gücü olarak kullanması olmuştur.
Tarihin ilk dönemlerinde en büyük mutluluk Tanrı sevgisiydi. İlkçağ ve Ortaçağ
filozofları hayatın anlamını ezeli ve ebedi sonsuzluğu kapsayan Tanrı
simgesiyle açıklamışlardır. Bu felsefi öğreti günümüzde geçerli olan idealist
dünya anlayışının temel öğesidir. Bütün idealist kuramlar tanrıya ulaşmanın haz
ve arzunun kaynağı olduğunu kanıtlamaya çalışır. İnsan varoluşundaki
anlamsızlığa, boşluk ve acizlik hissi gibi ruhsal olgulara karşı savunma
mekanizmaları geliştirmiştir. Her şeye muktedir olmak ve bütün yoksunluklarına
karşı dayanma gücü veren cennet ülküsündeki arzuları tatmin gibi savunma mekanizmaları
dini öğretiler içinde bir kurtuluş yolu olarak insanlara sunulur.
Travmalarından kaçmanın haz güdüsüne ulaşmanın
çabasındaki insan kurduğu devletle; yarattığı sanat ve kültürle hatta yazdığı
tarihle yetersizliğinin, acizliğinin, eksikliğinin yol açtığı utancını yok
edememiştir. Bunu da kendi yarattığı Tanrı'nın varlığında aşmaya çalıştıysa da
yarattığı Tanrı'ya köle olma durumuna düşmüştür. Etik ve estetik değerlerin
taşıyıcısı olan toplumsal ilişkiler bireyi duygusal parçalanmaya karşı korktuğu
veya taptığı nesneye benzer olmaya yöneltir. Toplumsal ilişkilerde tahakküm
altına alınmanın bir yolu olan korku nesnesiyle özdeşleşen insan, yarattığı
kültürel ve maddi kazanımları sanki kendisine ait değilmiş gibi büyük bir
suçluluk duygusuyla tahrip eder.Bu durum insanın değersizliğini yada
sakatlamayı açığa çıkaran savaş mekanizmasıyla görünür hale gelir. Böylece
canlılığa dair her şey insan tarafından sakatlanmaktadır. İnsan, deyim yerindeyse, bir tür protezli tanrı haline gelmiştir.
Yardımcı organlarının tümünü kuşandığında hayli muhteşemdir; ama bunlar kendi
bedeninin bir parçası değildir, ayrıca zaman zaman başına büyük işler
açar….Gelecek çağlar uygarlığın bu alanında düşünülemeyecek kadar büyük
ilerlemeler getirecek, tanrıya benzerlik daha da artacaktır. Freud’un
protezli tanrı dediği insanoğlu, protezinin kusursuzluğunu kendi
kusursuzluğunun bir parçası sayarak narsist benliğini güçlendirmiştir. Sakat
halini mükemmelliğinin bir parçası saymış;
doğal ve toplumsal güçler karşısındaki acizliğini “doğayı” insanı
denetlemek için yok ederek göğüslemeye
çalışmıştır. Yaşamın temel kaynağı oksijeni yani havayı; suyu, toprağı sınırsız
kar hırsının nesnesi haline getirerek sakatlamıştır. Korku ve suçluluk
duygusunu bir arada yaşayan gelecek kaygısı taşıyan İnsan kültürel yolla yüce olma duygusuna erişmek için topluma ait
üretim araçlarını tarihin ilk dönemlerinde köklerinden kopararak emek
kullanımlarına göre farklılaşan sınıflı bir toplum yaratarak ebedi yada ölümsüz
kalma çabasını üretim araçlarına (toprağa) egemen olmaya çalışmıştır.
Biriktirilen sermaye ile elde edilen maddi kazanç -özel mülkiyete ait üretim
tarzlarını geliştirerek önce doğayı ve
sonrada emeği dönüştürmüş; boyunduruk
altına almıştır. Tarihsel süreçler içinde toplumsal ilişkiler evrilerek meta
üretimine bağlı sermaye birikimine dönüşen ekonomik yapı günümüzde bireyci
insanı yaratarak üretim araçları gibi insanları da toplumsal bağlarından
kopararak insanı da sadece pazarda fiyatı yada değişim değeri belirlenen bir
metaya içkin hale getirmiştir.
Kendi kurduğu sistemin yol açtığı
yabancılaşmaya ek olarak etiği siyasallaştırmıştır. Bu duruma işlevsellik
kazandırmak içinde, iyileştirme mekanizmasıyla sakatlığın yada olumsuz şeyleri
ahlak ile aşmaya yönelmiştir. Stoikler için Tanrı, her şeyi kapsayan tabiattan
başkası değildir. Tanrısal yasa, evrenin bütün boyutlarını kapsar ve kader diye
adlandırılan sebepleri ortaya çıkarır; ancak kader, ilahi takdir olarak nihai
etkiye de sahiptir. Eğer evrenden “kötülüğü” alırsak, kaçınılmaz olarak
“iyiliği” de almış oluruz. Kökleri Antik Yunan’a dayanan bu öğreti hazzın,
bedenin acıya katlanma derecesine dayalı olduğunu ileri sürer. Mekanizmasını
doğanın ve insanın sakatlanabileceği şekilde düzenlemiş olan kapitalist sistem
insanları stoa felsefesiyle rehabilite ederek doğayı yok etmeyi geçerli
kılmıştır. Bu yaratılan sakatlık hali okul, aile, ordu vb aygıtlar tarafından
tabulaştırılmakta; ahlaki bir değer olarak insanlık için yüceltilerek
değersizliğin yerine ikame edilmektedir.
Doğadaki yaşam mücadele ilkesi biyolojik eşitsizliğin
sosyal alanda yada çalışma hayatında işbölümüyle kurumsallaşması hiyerarşik
yapıları yaratmıştır. Bu yapının en yıkıcı sonucu, kadının, akıl rasyonel
düşünceden yoksun bir canlı olarak tarif edilmesidir. Bu kavramlaştırmayla
insan, kadına benzettiği; damgalayarak rehabilite ettiği doğayı da -tıpkı kadın gibi- zor kullanarak; kültür
aracılığıyla arızaya uğratarak ilk sakatlık durumunu gerçekleştirmiş oluyor.
Hem de kutsallık atfettiği büyülendiği insana ve kendisini yeniden üreten
yasalığa karsı. Artık sakatlıktan haz duyan insanlık bu duyguyu sürekli
üretmenin keyfine vararak insanın yapıp etmelerinde temel bir dayanak
oluşturmuştur.
Sakatlık vaziyetleri insanlık için korku nesnesi değil
bir tür arınma ritüelidir.Çünkü insan ‘küçük farklar narsisizmi’ gereğinde
etnik kimliğe ve toplumsal cinsiyete dayalı -kendisi beyaz, sağlam, eril-
ütopyasını da gerçekleştirmek için sakatlamaya ve hazzın trans haline geçişi
için de savaş aygıtına ihtiyaç duymaktadır. Öyle ki savaşların artık
televizyonlardan canlı yayınlanmasıyla sanki bir futbol karşılaşması seyrediyormuşuz gibi...
Hatta taraf olduğumuz takımın kazanması arzusuyla histerik krizine girmişçesine
hazzı doruklarda yaşarız.Canlı olan her şeye karşı ve insanın kendisini inkar
etmesiyle birlikte ortaya çıkan şiddet ve yıkıcılık kapitalizmin işleyiş
yasaları üzerinden tanımlanmaktadır. Küreselleşmede tüketim, bireysel çıkar,
haz alma duygusu ve arzunun kışkırtılması ile gerçeklikten kopuştur.(Gerçeklik,
her an değişen bir uçuşan imgeler yığını olarak yaşantılanıyor.) Sürekli mal
üreten kapitalist sistemde, bilim insanları tarafından yeraltı ve yerüstü
kaynaklarının azlığı nedeniyle kitlenin kullanımına yönelik kısıtlamalar
yapılması gerekliliği ifade edilmektedir.
…insan (işçi) kendisini ne kadar
harcarsa, karşısında yarattığı yabancı, nesnel dünyada o derece güçlenir,
kendisi – iş dünyası- ne kadar yoksullaşırsa, kendine ait şeyler de o kadar azalır. Tıpkı, dindeki durum. İnsan
Tanrı’ya ne kadar çok şey verirse, kendine o kadar az şey kalır. İşçi hayatını
nesneye koyar; ama artık hayatı kendine değil, nesneye aittir. Dolayısıyla bu
etkinlik ne kadar fazla olursa, işçinin nesnelerden yoksunluğu da o kadar
artar. Emeğinin ürünü, kendisi değildir. Onun için bu ürün ne kadar büyükse
kendisi o kadar küçüktür. İşçinin kendi ürününden dışlaştırılması, sadece
emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş olduğu anlamına gelmez, onun dışında
bağımsız ondan başka bir şey olarak var olduğu karşısına dikilen bağımsız bir
güç olduğu anlamına da gelir; yani işçinin nesneye aktardığı hayat, yabancı ve
düşman bir şey olarak kendi karşısına çıkmaktadır.…(K. Marx s:76)
Marx doğanın insan
gereksinimi için temel bir araç ve yaşamın kaynağı olduğunu belirtmektedir.
Yani, doğanın bir parçası olan insan bu
sakatlama tutkusunu yada hazzı metalaştırdığı doğaya uygulamış, büyük bir
tutkuyla haz nesnelerini artırarak bütün canlı organizmaları ve evrende güzel
olan her şeye saldırmıştır.Evcilleştirme yöntemiyle hayvanları ve tarımsal
üretimle bitkileri ıslah ederek bütün canlıları denetim altına almıştır.
Toprağı, ağacı, hayvanı, havayı ve su kaynaklarını kendisi için rehabilite etme
amacıyla sakatlamıştır. Öyle ki insan metabolizması yüzyıllardan beri besin
alışkanlıklarını değiştirmiştir. Doğayı harap etmek için tek ürüne bağlı
kimyasal üreterek doğanın ve elbette kendi dengesini de bozmuştur. Acaba insan
bu yok oluşu neden yapmaktadır? Ormanları yok ederek yaşamasının temel kaynağı
olan oksijeni yani havayı yok ederek yerine neyi ikame edecektir? Yoksa artık
çöplüğe dönüştürdüğü uzayda mı yaşayacak? İnsanın her şeye müdahale ederek her
şeyi sakatlamasının sonucu, kendisi için doğal yaşamının parçası olan hayvansal
ve bitkisel gıdaları sağladığı meraları ve tarlaları yani toprağı; endüstriyel
gazlar ve nükleer santralleriyle yaşamın kaynağı havayı yok etmesi; kendisine
betonlaşan bir yaşam oluşturması her zaman olanaklı fakat toprağının yerine
neyi koyacak? İnsanın doğası yok edilerek tarihin başlangıcındaki ilkel döneme
gitmek; bütün bunlar bir avuç insan içinse, bu yok oluşta onlar yaşayacağını mı
sanıyor?
Dr.
Mağdule Demircioğlu - Demet Toprak
Yararlanılan
Kaynaklar
1. Marx, K. El
Yazmaları
2. Christopher
Lasch, Narsizm Kültürü
3. Hakan
Kızıltan; http://www.psiko-alan.com/makaleler/635-n
4. Jacques
Semelin, Arındırma ve Yok Etme
5. Sigmund
Freud - Uygarlığın Huzursuzluğu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder